
Bir sabah uyandığınızda, en mutlu anınızın, içinizi ısıtan bir kahkahanın ya da en derin aşkınızın dijital bir kasada saklandığını öğreniyorsunuz. Veya size tıpatıp benzeyen, sizin gibi düşünen ve sizin anılarınızla donatılmış bir varlığın başka bir yerde yaşadığını… Kulağa bilim kurgu gibi geliyor, değil mi? Ama değil. Beyin kopyalama ve duygu bankaları gibi kavramlar, teknolojinin baş döndürücü ilerleyişiyle, düşündüğümüzden çok daha yakında hayatımıza girebilir.
Duygu bankaları fikri, bir yandan büyüleyici, öte yandan ürkütücü. Düşünsenize… Bir veri merkezinde mutluluk, hüzün, öfke gibi en mahrem duygularımızın saklandığını. Bu teknoloji, depresyonla mücadele eden birine “mutluluk anıları” aşılamak veya empati yoksunu bir bireye başkalarının acılarını hissettirmek için bir umut ışığı olabilir. İnsanlığın iyiliği adına kullanılabilecek muazzam bir potansiyel var ortada.
Ancak her güçlü araç gibi, bu da iki ucu keskin bir kılıç.
Ya duygular birer meta haline gelirse?
En özel anılarımız pazarlanır, hislerimiz paraya çevrilirse?
Bir şirket, çalışan motivasyonunu artırmak için “ödünç alınmış” neşe enjekte etmeye başlarsa ne olur?
Ya da bir tüketici, yeni aldığı bir ürünle birlikte “gerçek mutluluk” vaat eden bir duygu paketine ulaşırsa?
Bütün bunlar, duygusal sömürünün yepyeni bir boyutunu açmaz mı önümüze?
Bir de beyin klonlama meselesi var.
Bireyin zihnini, anılarını, hatta kişiliğini kopyalamak… Bu sadece teknolojik bir atılım değil, aynı zamanda varoluşsal bir meydan okuma. Klonlanan beyin, orijinalinin birebir aynısı mı olur, yoksa kendi bilinç ve iradesine sahip, bambaşka bir birey mi ortaya çıkar? Eğer klonumuz bizden farklı kararlar alırsa, zıt bir yaşam sürerse, o zaman “ben kimim?” sorusuna nasıl bir cevap vereceğiz?
Daha da önemlisi:
Klonun hukuki ve toplumsal statüsü ne olacak?
Bağımsız bir birey mi sayılacak, yoksa bir “teknolojik kopya” olarak mı görülecek?
Tüm bu sorular, sadece etik kurulları değil, hukuk sistemimizi, sosyal yapımızı ve hatta insan tanımımızı baştan sona sorgulamaya itiyor