
Bugün gazetelerin üçüncü sayfalarında, küçük bir haber gözümüze ilişiyor: “Turist Kadının Akıllı Saati Kayboldu, Polis Harekete Geçti.” Muhtemelen birkaç gün sonra, bulunmuş olduğuna dair kısa bir notla da tamamlanacak bu hikâye. Bir eşyanın kaybı, hele ki yabancı bir misafirimizin başına gelmişse, elbette üzücüdür. Ancak bu satırların arkasında, modern dünyanın acı bir çelişkisi sessizce yankılanıyor.
Aynı gün, belki aynı şehirde, hatta aynı sokakta bir başka kayıp yaşanıyor olabilir: Onuru çalınmış bir insan, yıllardır süren bir dramın içinde kaybolmuş olabilir. Belki haksız bir suçlamayla lekelenmiş, bitmek bilmeyen bir hukuk mücadelesine saplanmış, ya da sadece sessizliğe mahkûm edilmiştir. Peki onun kaybı neden haber olmaz? Sekiz yıl süren bir suskunluk, çalınan bir ömür neden üçüncü sayfaya bile sığmaz?
Turist kadının akıllı saati, “yabancı” ve “teknoloji” kelimeleri sayesinde medya için anında cazip hale geliyor. Ancak kendi ülkesinde, kendi sokaklarında çırpınan bir mazlumun itibar kaybı haber değeri taşımaz. Çünkü bu hikâyede ne şaşırtıcı bir obje vardır ne de manşetlik bir sansasyon… Sadece insan onurunun sessiz çığlığı vardır.
Elbette bir eşyanın kaybı da önemlidir. Ancak bir insanın onurunun, saygınlığının, yıllarının kaybı yanında ne kadar önemsiz kalır, değil mi? Sekiz yıl… Bu süre içinde yeni bir hayat kurulabilir, umutlar yeniden yeşerebilir, yaralar sarılabilirdi. Ama bazıları için sekiz yıl, sadece inkâr, dışlanma ve unutulmuşlukla geçer.
Medya, sadece sansasyonel olanı değil; adalet duygusunu, toplumsal vicdanı da görünür kılmakla sorumludur. Kayıp bir akıllı saat için gösterilen duyarlılığın, kaybolan insan onuru için de gösterilmesi gerekmez mi? Haber değeri sadece ilginç olana mı aittir, yoksa gerçekten önemli olana da mı?
Umarım bir gün gazetelerde sadece kayıp eşyaların değil, kayıp adaletin ve kaybolan insanlığın da haberini okuyabiliriz. Çünkü asıl kayıp, ne bir saat ne de bir teknolojidir. Asıl kayıp, insan onurunun sessizce yitip gitmesidir.



